Bükreş – Romanya – 2019
Yıllardır katılmak istediğim bir konferans Ağustos 2019’da sonunda yakın bir yerde Romanya’nın başkenti Bükreş’de düzenlendi. Ankara’dan İstanbul aktarmalı Bükreş’e gittik. İstanbul’dan güzel ama Ankara’dan gidecekler için gıcık bir saatteydi uçak. İstanbul’dan sabah 7’de bir uçak var. Bu yüzden gece vakti Ankara’dan düştük yollara.
Bükreş uçak ile İstanbul’dan neredeyse Ankara kadar uzak. Uçak ile dedim çünkü Avrupa’da otoyol anlamında en sıkıntılı ülkelerden birisiymiş. Belki araçla ya da otobüsle gitmek de denenebilir.
4 gün kaldık. 1 gün, gece yolculuğu yüzünden büyük kısım uykuyla geçti diğer 3 gün konferans. Konferansta 2. gün bir güzellik yapıp akşam yemeğini ünlü Parlamento Binası’nda düzenlediler. En azından bir kısmını görmüş olduk binanın.
Ramada Majestik Otel’de kaldık. Burada bizi bir sürpriz bekliyomuş. Bükreş’in belli noktalarında dünya liderlerinin büstleri var. Atatürk büstü de tam otel önündeydi. Her sabah pencereden Atamla selamlaştım. Hatta 30 Ağustos Zafer Bayramı oradaydık ve şöyle bir görüntüyle karşılaştık.
Ramada Otel, adına yakışır değildi. İçeride 90’lardan kalma görüntü var. Kapı zincirine elimi attığımda kapı kenarındaki ahşap boydan boya elimde kaldı, resepsiyondaki dayının aşırı yavaş olup çıkış işlemlerinde hep hata yapması gibi aksaklıklar var. Ama güvenli ve temizdi. Şunlar da otelden görüntüler.
İlk gün tüm yorgunlukla uyuma – uyuyamama arası bir dinlenmeyle saati akşam 5 edip çıktık dışarı.
Genel izlenimler;
- Bükreş mimarisi, turistleri, trafik düzeni ile bildiğimiz bir Avrupa şehri.
- Genelde turistik mekanlarda İngilizce bilen birilerini bulabiliyorsunuz.
- Hırsız, yankesici, tip tip bakan kimseye rastlamadık. Ama katıldığımız konferansta kızın biri çantası ortalık bir yere koymuş, çaldırdı. Kamera kayıtlarında görünüyordu birisi bilgisayar ve akademik çalışmaları içinde çantayı ortalık bi yerden alıp gitmiş. Biraz dikkatli olmak lazım!
- Belirli bir insan tipi yok. Anadolu kadar olmasa da çokça istila gören bir coğrafya olduğu için çok farklı tipte insanlar var. Sarışın çok olmasa da Orta Doğuluya benzemiyorlar.
- Gece bolca yaya yürüdük. Başımıza birşey gelmedi. Belki de iki Türk erkek olduğumuz için biz daha korkutucuyuzdur.
- Çokça çingene yaşıyormuş. Yolda sürekli rastlamadık. Katıldığımız etkinliğin muhteşem çalgıcıları çingeneydi. Kavruk tenleri ve balkan ezgilerinden anladım.
- Biz oradayken 1 lei ya da ron (her ikisi de yazabiliyor ürünlerde) 1.3 küsür tl idi. Old town’da (tarihi kent merkezi) yeme içme fiyatları İstanbul-Ankara’da kalburüstü bir restoran kadar.
- Buraya özgü çok ürün yok. Geleneksel desenli gömlekleri var. O da 200 lei’den başlıyordu fiyatlar almadım.
- Romanya hiçbir zaman tam anlamıyla Osmanlı toprağı olmamış (artık okuduğum kadarıyla doğru olduğunu düşünüyorum). 93 Harbi’nde Ruslar ile birlik olup kopmuşlar bizden. Prensleri Osmanlı belirlemiş o tarihe kadar ama çok yerleşmemişiz. Bunu nereden doğrularız? Kiliseye çevirilmiş cami mimarisinde bir yapı hiç görmedim.
İlk gün otelden Old Town’a bir 10 dakika yürüdük. Bir çok sitede, blogda Van Gogh kafeyi öneriyolardı, oraya gidelim dedik. Saatlerdir birşey yemiyor olmamıza rağmen aç hissetmedik, bir şeyler içelim dedik. Ama yerel bir şeyler.
Buğday birası sevmeme rağmen o an canım istemiyordu, Ciuc Weizen aldık yerel ürün diye, buğday birası çıktı. Wizen’den anlamalıydım. Sonra Old Town gezmeye devam ettik. Genel bir sorunla karşılaştık, her mekanın önünde buyrun içeri girin diyen kızlar var. Yalnız bir iki mekanda erkek cazgır vardı. Kibarca soruyorlar ama bir yerden sonra rahatsızlık vermeye başladı yolda yürüyemez olduk. Hatta mekan beğenemeyip aynı sokaktan geri dönerken oo yine mi siz, bu sefer gelin artık diye yine içeri davet ediyorlar.
Yürürken “Bükreş’de görülmesi gereken yerlerden biri” diye bir çok yerde yazan Cartureşti kitabevini gördük. Zaten Old Town içinde, barların olduğu sokaklara yakın. Böyle turistik bir yer olunca ingilizce kitap da bulabilirim sanıyordum ama maalesef.
Bolca hediyelik eşya var. Hatta bir porselen kahve mug aldım, dönünce farkettim altında Victoria & Albert Museum London yazıyo. Ordan alıp dayamışlar. Ama güzel mimarisi yanında güzel kalem, kırtasiye, tasarım ürünler ve oyuncaklar var bir uğramaya değer.
St.Patrick diye bir mekanı göze kestirip oturduk artık. Şansımıza hizmet gayet iyiydi. Fiyatlar da diğerlerine göre nispeten iyi bir mekana oturmuşuz. Tabi yine geleneksel takılıp, transilvanya usulü sosis tabağı aldım. Menü ve fiyatlar altta.
Fiyatlar ve menü içeriği aşağı yukarı bütün mekanlarda aynı. Zaten kendilerine çok özgü bir yemekleri yok. Ama konferans yemeklerinde lahana salatası hep oluyordu, kapuska hep oldu, bir gün de lahana dolma vardı. Lahana seviliyor heralde.
Burada da yerel Bucur fışı pilsner bira yudumladık. Mekanı ve birayı beğendiğimiz için son gün tekrar geldik. Diğer günler öğle ve akşam yemekleri konferans organizasyonunda hallettik.
Yemekten sonra biraz daha turladık ama bir elin parmağı kadar mekan var zaten. Farklı diyebileceğim bir İsrail restoranı vardı. Helal yemek arayanlar burada Koşer ürün bulabilirler. Biz hala yol yorgunluğuyla biraz tatlı bir şeyler içelim istedik. İngiltere’de bolca tükettiğim aromalı cider (elma, armut vs birası) içelim dedik bir mekanda. Oturma sebebimiz de mekan önündeki “cazgır”, nerelisiniz? Dedi. “Türküz” diyince Türkçe birkaç kelime mırıdandı, iyi tamam oturalım dedik.
Arcade Cafe’da birer summer berries aromalı Old Mount Cider devirdik. Şahane bir şey, Türkiye’de var mı bilmiyorum. Artık Migros ya da büyük marketlerde cider bulunuyor, ama aromalı henüz bulamadım.
Bir gün sonra erken vakit Ulusal Tiyatro ve Intercontinental Otel’de ortak düzenlenen etkinliğe katıldık. Ulusal Tiyatro yeni bir yapı, 1000 kişiden fazla kapasiteli locaları da olan geniş bir salon. Önünde büyükçe güzel bir heykel var, görmeye değer bir meydana bakıyor.
Alttakiler de Intercontinental Otelin 21. katından şehir manzaraları. Bükreş’e küçük Paris diyenler var. Fransız mimarisi birçok yere hakim heralde ondan.
Etkinlik sonrası otele doğru bir miktar yürüyüp, Old Town’a doğru yönelince, Cec Bankası’nın olduğu Cec Sarayı ve karşısında Ulusal Galeri’ye ulaşılıyor. Ulusal Galeri Ağustos’da kapalıydı maalesef. Eylül başında sezon açılıyormuş. Cec Sarayı karşısında Pasajul Villarosse adında üstü kapalı bir sokak çarşısı var.
Bu çarşı ya da pasaj içi nargile kokuyor. İlginçtir bir çok mekanda nargile var. Suriyeli, Arap çok göremedim ama nargile bir çok yerde var. Zaten pasaj içinde bir de ünlü Mısır Kafe var. Belki buradan yayılmıştır. NArgile kokusu içimi daralttı oturamadım içerde.
Buradan tekrar Old Town’a doğru yürüdüm. Stravpoles Manastırı ve ünlü Vlad’ın sarayını görmek için yürüdüm açıkçası. Stavro Yunanca haç demek, poles de şehir, haç şehri manastırı anlamına geliyor. Doğu ortodoks kilisesi, yani Yunan, Bizans mimarisi. Normalde diğer kiliseler slav kiliselerine benziyor. Buranın bir özelliği de 8000’den fazla Bizans dönemi müzik, sanat ve müziği ile ilgili kitap barındırmasıymış. Yalnız ortodoks kiliselerinin tümü mü böyle bilmem, diğer Avrupa şehirleri gibi yorulunca bir içeri gidip serin serin soluklanamıyorsunuz, genelde kapıları kapalı oluyor.
Vlad’ın sarayı restorasyondaydı maalesef göremedim. Ama inşaatı kapatan tentelerde bir boşluk vardı, telefonu ordan sokup bir fotoğraf çektim. Sanırım ünlü Kazıklı Voyvoda Efendi bu.
Buradan sonra yine otele doğru geri yürüdüm. Hedef Romanian Athenaeum. 1888’de açılmış muhteşem mimaris olan bir konser salonu. Giderken Roma döneminden kalma bir yapı sanıyordum. Tam da kapanıyordu, parmaklıklardan melul melul baktım, bir dayı gördü, gel içeri gel dedi. 10 lei’ye girdim, hatta 9 lei çıktı bozuk tamam geç dedi. İçerde dolaşırken birisi geldi yukarı çıksana dedi. Bir çıktım, kocaman bir konser salonu, duvar boydan boya enstantaneler anlatan resimler…
Buraya ulaşana kadar genişçe bir bulvardan yürüdüm. Herkeste elektrikli scooter var bu arada. Bisiklet yolları ayrılmış…
Yine yol üstünde büyükçe bir meydanda bir heykel var; Equestrian statue of Carol I. Romanya’nın ilk kralının heykeli. 93 Harbi’nde Ruslar ile birlik olup bağımsızlıklarını kazandıktan sonra kral olan Carol’un heykeli.
Düşünsenize kaybetmesek haftasonu bir ilimiz gibi gider gezerdik. Hatta bazılarımız burada yaşıyor olurdu. Yine yol üstünde ünlü olduğunu düşündüğüm daha önce fotoğraflarını gördüğüm bu sefer kuzey ortodoks mimarisinde bir kilise önünden geçtim. Yolun karşısındaydı, yakında da yaya geçidi yoktu, karşıya geçmeden fotoğrafladım. Bu arada acelem vardı çünkü Çavuşesku’nun yaptırdığı dünyanın en büyük parlemento binasında yemek organizasyonu vardı.
Parlemento binası devasa. İçi de git git bitmiyor. Gelirken pasaportlarımızı yanımızda bulundurmamızı söylediler. Pasaport göstermesek de içeride bir x-ray ve polis kontrolünden geçtik. Türklerin midesini mahveden bir shot içki ve elle koparılan ekmek ile girişte karşıladılar.
Akşam yemek organizasyonu büyük bir salondaydı. Ama klima yok, sıcaktan çok bunaldık. Gece geç vakit de bir çingene müzik grubu çalmaya başladı. İçeri giresimiz yoktu ama müziği duyunca saatlerce çıkmadım salondan. Romanyalılarda da bir halay durumu var. Şarkılar da tamamen Balkan ezgileriydi. Tabi uluslararası bir organizasyondu yine de neredeyse herkes müziği çok sevdi.
Son gün öğleden sonra, şehir içinde bir alışveriş merkezi yanında Carrefour’a uğrayalım dedik. Romanyada da şehir göbeğinde alışveriş merkezi olduğunu görmüş olduk. Son gün taksiciyle konuşurken havaalanı yolunun son 5 yıl içinde geliştiğini daha öncesinde boş araziler olduğunu söyledi. Umarım alışveriş merkezleri ve rant şehir merkezini yutmaz.
Bükreş parklarının metini duyup biraz dinleniriz diyip son saatleri parkta geçirelim dedik. Kent içinde iki ismi bol duyulmuş park var; Çişmigul ve Herăstrău Park. Metroya binip Universitate durağından Aviatorilor durağına gidip Google Maps’de adı King Mihai I Park olan Herăstrău Park’a gittik. Gidiğ geliş 5 lei’ye bir bilet aldık metro için. İçinde ufak büfeler olan bol ağaç, ağaç dipleri çimsiz doğal bırakılmış, yürüyüş bitiminde bir göl ile karşılaşılan bir park. Ağustos sıcağında serin serin iyi geldi. Tabi küçük büfelerde bira satılması da cabasıydı. Yalnız bir sorun var su biradan pahalı. Park içinde su çeşmeleri var ama su içilir mi bilemedik.
Metro vagonları küçük, Ankara’nın Ankaray’ına benziyor. Nispeten yeni heralde, istasyonlar ve trenler bakımlı.
Parkta bolca gölge var ama arada heykeller, büstlerin olduğu üstteki gibi boşluklar var. Bunlar neymiş diye merak edip bakarken güneş bol yakıyor. Zaten Bükreş’de görüdüğüm, bütün organizasyon boyunca mekanlarda, kafelerde hatta havaalanında bir soğutma sorunu var. Klima neredeyse hiç kullanmıyorlar. Bir tek otel odası adam gibi nefes alınır düzeydeydi.
Şu alta da son fotoğrafı ekleyim. Son kalan paramızla taksiye binecektik. Taksilerin üzerinde km başına fiyat yazıyor. Gelirken 1.69 dönerken 1.99’a taksi bulduk. Ben çok susadım bir su alayım dedim 7 lei verdim. Bu yüzden para kalmadı, taksiciye de maalesef 2-3 lei eksik verdik. Gelirken 40 dönerken 60 lei tuttu bu arada. Euro verelim dedik sorun değil dedi yolda da bolca muhabbet edince ayıp olur dedi adam heralde içinden eksik kabul etti. Neymiş? Su çok pahalı dikkat edin.
Sonuç; hele bir Avrupa göreyim ucuz yollu derseniz Bükreş hem yakın hem fiyatları uygun bir nokta. Ama böyle bir organizasyon olmasa gelmek aklımın ucundan geçmezdi. Bir daha gelir miyim? bu soruyu cevapsız bırakayım.