Karalamaca

Ankapark ve Bende Çağrıştırdığı Bok Kokusu

Ankara’da Anadolu Bulvarı’ndan her geçtiğimde Reis’in kelime dağarcığımızda pekiştirdiği “ucube” sıfatının cuk oturduğu Ankapark’ı görüyorum. Ve burnumun derinliklerinde ağır bir bok kokusu oluşuyor. Nasıl mı?

Ankapark açılmadan önce testlerden ve tanıtımlardan kareler. Kaynak AA.

Önce bir örnekle gireyim konuya, iyi bir durum yaşandığı anda dinlenen müzik ya da tam tersi kötü bir an yaşandığında dinlenen ve o satten sonra o an ile özdeşleşen müzikler vardır. Ya da tatlar ve kokular hatta hisler. Eski bir şarkıyı duyduğunuzda geçmişte o şarkıyı dinlerken yaşadığınız duygular tekrar canlanır akılda. İşteeee öyle bir şey. Şartlı refleks kavramına girer mi bu durum bilmiyorum. Mesela “işte öyle bir şey” sözünü okuduğunuz an aklınızda alttaki imaj oluşuyordur kesin. Eski tip bir mikrofon, papyon, efendilik, nezaket, vs.

İşte öyle bir şey

Bu müzik ve hissettirdikleri konusunda kafamda şu andan geriye sayarsak tam 20 senelik bir anı var. Küçüklüğümden beri atom bombasının nasıl bir şey olduğunu merak ederdim. Madem bu bomba atomu parçalıyor, gözle göremeyeceğimiz küçüklükte olmalı bu atom bombası ya da en fazla kibrit kutusu büyüklüğünde diye düşünüyordum.

20 sene önce üniversite sınavına hazırlanırken Atlas Dergisi’nin bir sayısında hem Japonya’yı tanıtalım hem şu atom bombasına açıklık getirelim minvalinde bir yazı vardı. Görünce aldım hemen. O zamanlar gezi yazıları dergisinden çok “Keşfetmek İçin Bak” gibi bir slogana yakışır yazılar yayımlanırdı. Mesela Suriye Savaşı’ndan sonra herkesin bilir olduğu Yezidiler’i ve Yezidilik’i yıllar önce okumuştum, yine aklıma gelen Hataylı Nusayrileri sonra Mardin ve civarında el ve yüzde dövme kültürü sonra Edward Said’in ortaya koyduğu Oryantalizm kavramı, Mevlana’nın ailesinin Afganistan’dan göçü. Ne anlatıyorum ben ya.

Hah Atlas dergisi anlattım. Bir de tam o sıra Shakira’nın “Whenever Wherever” şarkısı patlamıştı. Her yerde çalıyodu, ben de mahalle CD’cisinden karışık bir albüm edinmiştim içinde bu şarkı da vardı. Açtım müziği başladım okumaya. Oppenheimer, Nagasaki, Hiroshima, Enola Gay, Fat Man, Little Boy, vs. vs. vs. Sonra patlama anında buhar olarak ölenler, yananlar, saatler, günler, aylar sonra ölenler. Yıllarca radyasyondan etkilenen bebekler, çocuklar. Whenever, Wherever.

Meğer boNba böyle birşeymiş

Bu şarkı ölüm demek, yanık demek, radyasyon demek benim için. Herkes zaten anlamıştı ama konuyu uzatmak istedim. Şimdi Ankapark konusuna geri dönelim.

Bu arada kokunun anıları hatırlatma etikisine de Proust Etkisi deniyormuş. Marcel Proust bir kokuyu alıp çocukluğuna dönüp sayfalarca roman yazıyor. Bu yüzden bu isim verilmiş.

Vikipedi’nin yalancısıyım; Atatürk Orman Çiftliği Hayvanat Bahçesi, 1933 yılında tarıma ve halka zarar veren hayvanları teşhir amacıyla Atatürk Orman Çiftliği içinde kurulmuştur. Daha sonra halkın aşırı dikkatini çekmesi üzerine Mustafa Kemal Atatürk tarafından zamanın tarım bakanı Muhsin Erkmen’e modern ve düzenli bir hayvanat bahçesi kurma direktifi verilmiştir. O zamanki adıyla Gazi Terbiye Enstitüsü hocalarından Necdet Pençe projesini çizerek inşaatların yapılmasını sağlamıştır. Bugünkü hayvanat bahçesi 29 Ekim 1940 yılında hizmete açılmıştır.

Ankara Büyükşehir Belediyesine devredildikten sonra yenilenme nedeniyle 26 Ağustos 2013 taihinde kapatılıp yerine Ankapark inşa edilmeye başlanmış.

Biz göçer bir toplumduk. Hatta yine Atlas’dan öğrendiğim Sarıkeçeliler gibi konar göçerlerimiz hala var. Koca Selçuklu ve Osmanlı tabi birçok taşınmaz eseri miras bırakmış bize ama bu göçerlik içimize işlemiş bence. Çoğu göçerin mezarı bile yoktur heralde. Bırakın kendine ait hissettiği bir yapıyı, mezarı bile belirsiz. Bu durum kalıcı bir eser bırakmak, ya da topluma miras kalmış bir eseri yaşatma fikrini imkansız kılıyor. Sonuç; gerekiyorsa ve hatta gerekmiyorsa bile yık ve yenisini yap. Ben tarihi, kültürel mirası yok etmek derim, başkası eski püsküydü yakışmıyordu der. Ve herkes kendince haklı.

Ankara Hayvanat Bahçesi’nde çok anım vardı çok. Birden habersiz yok oldu. Sabah uyanmışsın yok. Havagazı fabrikası gibi mesela.

Anılar anılar. Öncelikle vejeteryan, veganlar beni affetsin tüm otobur hayvanların tadını merak ederek gezerdim hayvanat bahçesini. Deve, geyik, emvai çeşit koyun, yak ve hatta zürafa. Çoğu da çift toynaklı oh mangal.

Primatların olduğu bi bölüm vardı. Belki tümü belki yalnız şempanzeler kapalı bir alandan, büyük bir yeşillik alana yukarıdan metal koridor kafes ile ulaşıyolardı. Erkek babunlar sürekli penisiyle oynuyordu. Sonra bir cibun (gibbon) bölümü vardı. 4-5 yaşlarında bir çocuğun yakınına cama bir cibun yaklaştı oturdu. Çocuk da annesine bakıp “aaa aynı Osman amcam” dedi. Annesi “sus oğlum ayıp!” dedi susturdu çocuğu.

Bir keresinde elimde metal bir zincir vardı, kaplanların olduğu kafeslerin önündeki metal koridora çarptı yanlışlıklı metalik bir ses çıktı. Kaplan kulağını dikti bize doğru koşmaya başladı. O an doğada ne kadar güçsüsüz, çaresisiz bu hayvanlar karşısında onu anladım. Hemen tuvalete koşup korkuyla oluşan durum sonrası kişisel temizliğimi yerine getirdim. Meğer o koridordan kaplanları dışarıdaki büyük kafesten içeri almak için kullanıyolarmış. Metalik ses duyunca kaplan çıkacağını sanıp heyecanlanmış. Bir keresinde kaplanı o koridordan içeri çekmek için gözümüzün önünde bir görevli, çiğ tüm tavuğu koridorun sonuna fırlattı. Kaplan koştu, attı ağzına bir iki ağzında gezdirdi. 3. saniyede yuttu. Tüm çiğ tavuk ya, eskilerden kocaman.

Sonuçta hayvanat bahçesi Ankaradaydı. Kim gelecek? Angara bebeleri gelecek. Bir keresinde develer çiftleşiyordu. Durur mu angara bebesi, “Aile var la, aile var aq” dedi, yerden koşaman bir taşı aldı develere fırlattı. Erkek devenin laaak diye oturdu hörgücüne, bağırdı hayvan kalktı dişinin üstünden.

Çocukluk dışında ailem olmadan arkadaşlarımla ilk 2003’dü heralde gittiğimde koşullar çok kötüydü. Kurtlar, yaban domuzları, kedigiller küçücük temizlenmeyen, kokudan yanına bile yaklaşılmayan (hatta 2 gün mide bulantısı ile gezdiğimi hatırlarım, öyle bir yoğunlukta kokuyordu) koşullarda barınıyordu. Sonraki yıllarda kurtlar, ayılar için daha geniş bir alan yaptılar, domuzları (bir tek domuz yereldi heralde orada, Nallıhan’da arazide bulunup getirilmişti) hatırlayamadım. Primatların daha çok hareket edeceği alan yaptılar. Ama genel olarak hayvanarda bir bitkinlik, mutsuzluk hali vardı. Ne olursa olsun koşullar çok kötüydü. Anti hayvanat bahçesi görüşüm yıllar sonra Londra’daki hayvanat bahçesine gidene kadar devam etti. Detay için tıkla.

Buna eklenen bir de ana haberlik konular vardı. Piton Pakize kaçmıştı mesela, günler sonra buldular. Bir de yan yana iki kafeste olan kaplan ara bölmeden pençesini şah damarına takmış ve aslanı öldürmüştü. Bence görevliler akşam içti içti, “şunları dövüştürelim” dedi ve açtılar kafesleri. South Park ya da Simpsons’da böyle bir sahne vardı, aradım taradım bulamadım o bölümü. Çok üzülmüştüm aslana çok.

Aradığım Simpson’n bölümünü ve imajını bulamadım ama bunu buldum

Şimdi yavaştan sadede doğru gelelim. Konumuz bok kokusu. Umarım bu yazıyı okurken şu link yok olmamış olur; hayvanat bahçesindeki fillerin ilginç hikayesi, tıkla git. Yine ilk gittiğimde bir fil vardı, linkten öğrendiğime göre adı Şirin’miş. Sonraki gittiklerimde ölmüştü göremedim bir daha. Bir ayağı zincirle bağlıydı. En fazla 500 m2 bir yuvarlak alanda, alanın çevresi hayvan basamasın yani kaçamasın diye yere çakılı demirler olan bir yerdeydi. Ve metrelerce hatta kilometrelerce etrafı bok kokuyordu.

Afrika belgesellerinde vardır ya. “Göç etmek için doğdular”.

Yok bu değil hani derler ya aslan kokuyu kilometrelerce öteden alır diye. Ulan ben de alıyorum. Meğer bu fil hayvanı da dışkısı da betermiş. Hayvanat bahçesi girişinden en sona kedi barınağına kadar bir milim yok olmamıştı koku arkadaş. Hayır bir de domuz, zürafa, su aygırının ekstradan kokusu vardı. Koku koku üstüne binmesine ve farklı kıvamlar almasına rağmen filin kokusu gitmedi de gitmedi. Benim için hayvanat bahçesinin 2 kilometre yarıçapında her yer artık bok kokusuydu. Hala da öyle. Şartlı refleks.

Sanırım 50’li yıllar. Kokusu bol olan fil şu en küçük olan. Hayvanlar kaçmasın diye demir çiviler sol altta görülebilir.

Eve dönerken resmen eziyet bu diye düşünürdüm.

Kimseye sormadan sessiz sedasız kapattılar, hayvanat bahçesini. Sanırım hayvanları da farklı bahçelere dağıtmışlar. Hayvanları yakından görmek için güzel bir olanak ama bakımları düzgün yapılamayınca gözümüzün önünde eziyet çekmelerini izlemek fena psikoloji yoruyordu. Şimdilerde Ankapark da kapandı. Bakalım ne olacak oraların akıbeti.

Benim şartlı refleksimi değiştirecek birşeyler olması umuduyla.