Mezopotamya
Bu kadar romantizm, bu kadar tarih yeter. Şimdi 2015 Mayısının başları ve ben silkelenip kendime gelince , Derseta kimliğimden kurtuluyorum. Aşağıda Mardin görüldü bile. Marcel Proust usta’yı anmamak olası mı ? ‘’ Gerçek seyahat yeni bir yer görmek için değil, yeni bir bakış açısı kazanmak için yapılır ‘’. Bana coşku veren de bu ya. Onun için hep yollardayım ve yollarda olmalıyım. Yol, benim için kendimi olduğu kadar, aynı zamanda bu dünyayı da bir tutuş biçimi..İçimi ayıklamak, kendimle tanışmak gibi bir şey. Göçmen kuşlar gibi ürkek ama özgür kanatlarımla hazzın doruklarındayım. Ben geldim Mardin..
Havalimanı gıcır gıcır. Sadece altı ay önce hizmete girmiş. Halen bazı bölümlerinde çalışm var ve bir süre sonra da dış hatlar açılacak.Otele sadece valizimi bırakıyorum ve ayağımın tozuyla önce Midyat’a gitmeye karar veriyorum.Yolculuk sırasında bu iki nokta arasında henüz gün ışığına çıkarılmamış, toprak üstünde yıkık dökük duran sur duvarı kalıntılarından anlaşılacağı üzere, büyük bir tarih yattığını görerek üzülüyorum. Dolmuştaki yerli halk, sıcak bir karşılama içinde beni. Nereden geldim, ne iş yapıyorum, ilk kez mi geliyorum, çocuklarım var mı ? Giysi ve aksesuarlarıma kısa bir meraklı bakış attıktan sonra , ineceğim yer konusunda bana yardımcı olacaklarını söylüyorlar. Şoförümüz, beni Midyat’ın meydanında indiriyor ve eliyle tarihi taş yapıların olduğu yerleşkeyi işaret ediyor. Henüz iki adım atıyorum ki , çevremi birden masallardan çıkmış gibi kocaman kara gözlü, yanık tenli, sevimli ve zeki çocuklar dolduruyorlar.
‘’ Abla hoş gelmişsen ‘’
‘’ Abla Midyat’taki rehberin olayım mı ? ‘’
‘’ Abla sana büyük bir yaptıraym mı ?’’
‘’ Abla seni eski kiliseye götüreyim mi ? Gönlünden ne koparsa verirsin, istersen yalnız teşekkür edersin. ‘’
O anda çevremi saran bu tatlı ve egzotik görüntüye hayır diyemeyeceğimi duyumsuyorum. Seviyeli çocuklar bir de. Rahatsız edici, yapışkan, eğitimsiz değiller. Hem mesafeli, hem de sevimli olmayı başarabiliyorlar. Eh, şimdiden üç adet Midyatlı arkadaş edindim bile (!). Önce yeraltı şehrine götürüyorlar beni. Dışarıya göre, içeride en az 3-4 derecelik bir düşük ısı söz konusu. Duvarlarda nişler ve içlerinde antik objelerle döşenmiş yeraltı odaları düşünün. Bu taş yapının içi ve dışarıdaki teras bölümü , yazın kafeterya olarak kulannıma açılacakmış. İkea’dan alınmış görüntüsü veren beyaz modern koltukların, yapının kimliğiyle bir armoni içinde olduğunu söyleyemem doğrusu. Fakat ilerideki bir başka odada ağaç oyma sandalyeler, masalar,bir ayna ve dresuar bunun doğru bir seçim olduğu izlenimini uyandırıyor bende. Gezimin ilerleyen günlerinde sıkça karşılaşacağım kerevetleri, ilk kez burada görüyorum. Antika denecek kadar eski ve oldukça büyükler. Üzerlerine birkaç şilte atılmış. İçine girip büyük bir zevkle kurulurken, kendimi buyurgan bir kraliçe gibi hissetmemem, olanaksız. Bu arada da rehberlerim yanıma tek tek gelip , benimle birlikte fotoğrafçekilmek için yarış halinde.
‘’ Abla bu Süryanilerin evleri hep delik deşik olur ‘’
‘’ Abla bu yapılarda kullanılan taşın adına KATORİ denir. Yeryüzüne ilk çıktığında peynir gibi yumuşacıktır. Ama zamanla güneşte kalınca katılaşır ve kullanıma hazır hale gelir ‘’
‘’ Abla bu mavi boyalı kapı ve pencereleri gördün mü ? Neden mavi bildin mi ? Eve akrep girmesin diye. Çünkü akrep renk körüdür ve mavi rengi kırmızı olarak görür. Kırmızı da, ateş demektir onun için, hemen kaçar.
‘’ Burada altı kilise, iki manastır ve on iki de cami vardır. Süryaniler, eskiden haftada bir kurban keserlerdi ‘’
Sevimli bir bilgi bombardımanına maruz kalıyorum. Duvarda hayat ağacı rölyefine rastlanıyor. Süryaniler bu motifi, bir de damla motifini sıklıkla kullanıyorlar. Damla, hayatı temsil ediyor ve damlanın içi , Arapça ile yakın akraba olan Süryani alfabesinin kutsal yazıtları ile bezenmiş. Bu alfabe de sağdan sola yazılıyor antik çivi yazısı gibi. Sağdan sola yazılma nedeni, çiviye benzer aletin, en kolay ele gelişinin, bu yönde olmasından kaynaklanıyor.
Yoruldum..Aşağıdaki havuzlu avluda bulunan kafeteryada biraz soluklanma ihtiyacı içindeyim. Yerel giysilerle gelen garsona vejeteryan olduğumu, neredeyse çekinerek söylüyorum. İnce eleyip sık dokuduktan sonra payıma, menüden yağda kızartılmış domates kurusu ve bakır kapta bol köpüklü ayran düşüyor. Keçi yoğurdundan yapılmış ayran , olağanüstü bir lezzette. Bu yörede kahvenin binbir çeşidini tadabilirsiniz.Ben de öyle yaptım ve yemeğin üstüne ‘’ Kürt kahvesi ‘’ içtim. Sütlü, ballı, incirli ve üzerine de ince kıyılmış ceviz dökülmüş bir fincan kahve içtiniz mi hiç ? Artık tarihi Güleşke hanından ayrılıyorum..
Hava çok güzel. Halikarnas Balıkçısının deyimiyle ‘’ iklim bir adam boyu ‘’. Yani insanın tahammül sınırını aşmıyor. Çevremdeki rehber kızların bazıları da , başlarına bahar tanrıçası Flora gibi çiçekten tac takmışlar. Turistlere satmaya çalışıorlar. Ama benim rehberim, ‘’ Buyrun sizin olsun, para istemez diyecek kadar nazik.Hoş ve şanssız çocuklar bunlar. Hepsini yüreğimle öpüyorum kocaman..Son olarak ta onlara, aralarında bölüşebilecekleri bir miktar parayı uzatıp ayrılıyorum.
Dar, uzun , taş yollar , Süryani kilisesi, Sürkadim Süryani kadın merkezi ( Sabro adında aylık gazete de çıkarıyorlar ), iki ev arasında gerilen iplerde asılı çamaşırlar, Güven Konağı, gözüme ilk çarpan manzaralar. Kilisenin cephesi, Cercis Çakır ve eşi tarafından yaptırılmıştır diye yazıyor. Burada Cercis özel adı çok yaygın. Merak edip sordum . Aziz George ‘un Süryanice telaffuzu imiş Cercis. Kilisede bir toplantı salonu bulunuyor. Büyük bir kare mekanın çevresinde sıralı sandalyeler, duvarlarda kutsal ikonlar, ortada da dev bir soba. Bu kadar büyük ve garip bir sobayı ilk kez gördüğümü itiraf etmeliyim. Hemen, girdiğim her kilisede , duvara perde gibi asılmış işlemeli panolar dikkat çekici. Bu panolar kök boyalı ve Süryani kadınlar baskı tekniğiyle incilden kutsal tasvirler işlemişler kumaşlara. Panoların bazıları levha ( metalden ), bazıları ise kumaş. Rahip bana kiliseyi gezdirirken , uzun uzun ve sabırla hz. İsa’nın kendisini insanların günahı için kurban ettiğini ve ıstıraplı yaşamını anlatıyor. Kilisenin nişlerini; gülabdanlar, eski telefonlar, antika şamdanlar , porselen kaplarla görsel/turistik bir şova dönüştürmüşler.
Bulutlar gökte yoğunlaşmaya başladı bu arada. Fırtına tanrısına dua gönderiyorum bir süre yağmuru ertelemesi için. (!).
Midyat’tan Süryani şarabı almadan dönmek, katolik hıristiyanların deyimiyle ‘’ Roma’ya gidip, papayı görmemek ‘’ kadar olanaksız ve anlamsız. Süryani şarabı satılan pek çok dükkan olsa da , fabrikasyon değil, ev yapımı olanını bulmak mesele. Tam burada yeni çocuk rehberim giriyor devreye. Kendimi Süryani bir hanımın evinde buluyorum. Buraya ev gibi sıradan bir ismi yakıştırmak, haksızlık olurdu. Yirmi beş odalı muazzam bir saray yavrusu önümde uzanan..Ortada, aşağıda ve yukarıdaki katlara açılan kocaman bir avlu , oymalı sütunlarla çevrilmiş. Pencerelerin kenarındaki geleneksel taş işlemeciliğini ve yukarıda Midyat manzarasını izleyebileceğiniz muhteşem teras, bu eve ‘’ perilerin evi ‘’ tanımını verdirecek kadar sihirli bir konsept kazandırıyor. Beni esas ilgilendiren, en alt kattaki bodrum. Zira Süryani hanım, imal ettiği şarapları orada devasa bidonlarda muhafaza ediyor ve şişeleyerek turistlere satışa sunuyor. Buranın mahzen olup olmadığını sorunca, mahzenin başka bir yerde olduğu yanıtını alıyorum. Bir köşede de , henüz yakın bir tarihte kutlanmış olan Hıdrellez yumurtalarını görüyorum. Üzerlerine, garip bir kolaj tekniği uygulanmış gibi boyanmışlar. Hıdrellezin buradaki adı Hessıt Merene. Hıs-ıt-Mereni, yani Meri’nin uyanışı. Ev sahibi hanım, yöredeki diğer insanlar gibi Türkçe, Kürtçe ve Süryanice konuşabiliyor.
Önce tadımlık olarak şarap ikram ediyor. Şaraplar kırmızı, roze ve beyaz. Şarabı bütün kalbimle severim ve bana dünyanın en sofistike içkisi gibi gelir bana. Alkollü içki, bende, her zaman şarap ile çağrışım yapmıştır. Her ne denli ben bir degüstatör veya sommelier değilsem de, iyi bir şarap içicisi olduğumu düşünürüm. Hani Cemal Süreya der ya ‘’ Başka öğünleri bilmem ama, kahvaltının mutlulukla bir ilşkisi olmalı ‘’ diye..Ben de şarabın mutlulukla, hazla, keyifle en yakın korelasyonu olan tek içki olduğunu varsayarım.
Süryani şarabı, premier şarap grubuna giriyor. Buna turfanda şarap ta diyebiliriz. Hiçbir katkı maddesi içermediği için, şişeyi açar açmaz bitirmelisiniz. Uzun süre saklamaya müsait değil açıldıktan sonra.Beyaz ve kırmızı tadımlıklardan bir yudum alıyor , usul üzerine ağzımda şöyle bir dolaştırıyorum. Yoğun bir üzüm aromasıyla birlikte çok keskin kokuyu da alıyorum. Eğer iyi bir şarap içicisi iseniz, on üzerinden on gibi cömert bir puanlama yapacağınızdan kuşku duyarım doğrusu. Ya yapımında bir şeyler eksik, ya da yanlış gitmiş gibi..Dolayısıyla ‘’ cennet ‘’ ile ilşkilendirilecek kadar güzel bir isim atfedilmiş olan bu içkiyi, Süryani kardeşlerimizin hakkını vererek imal edemediğini düşünüyorum.
Dolaşıyorum. Havadaki bahar kokusu, Mardin’in baharat kokularına karışmış. Midyat konuk evindeyim. Olmazsa olmazı bu gezinin. Şabo Şahho tarafından yaptırılmış çok katlı, muhteşem yapı, benzerleri gibi taş işçiliğinin şaheseri. Yapımı çok eski ve hıristiyan bir aileye ait. Girişte ufak çay ocağı ile, geniş bir avlu karşılıyor sizi. Dar uzun bir odada hediyelik eşyalarını sergileyen gençler kızlar, gülümseyerek karşılıyor gelenleri..Hemen tüm hediyelik eşyalarda şahmaran figürü kullanılıyor. Tepsiler, yastıklar, havlular, sabunlar, magnetler, küçük kilimler bendeki alışveriş canavarını tetiklemekle birlikte, hevesimi, yukarıdaki katta telkari atölyesine saklamayı yeğliyorum. Artuklu üniversitesi, kökeni binlerce yıla uzanan telkari sanatını yaşatmak ve geliştirmek için, burada bir kurs açmış. Genç kızlar , öğretmenlerinin nezaretinde bu incelikli sanatın peşindeler harıl harıl. Önlerinde ameliyat aletlerini andıran bir sürü alet edevat , sabırla ve aşkla güzellikler yaratıyorlar. Deniz yıldızına benzer ince ve zarif yüzüğü seçiyorum. Verilen gayretkeş çalışmalara paha biçmek çok güç , ben yine de fiyatları uygun bulduğumu ifade edeceğim.
Üst katlardan Midyat görüntüsü , alıp götürüyor binbir gece masallarına. Odalar son derece geniş, ferah, yüksek tavanlı. Duvardaki nişler ise taşlara işlenen telkariler gibi. Karyola, ağaç oyma sanatının olağanüstü örneği. Yatak örtüsü de, Mardin’in kır çiçeklerinden esinlenmiş kanaviçe örnekleriyle işlenmiş.
Her adımda bir kilise. Mor Şarbel kilisesindeyim. Mor, Süryani dilinde aziz, efendi anlamlarını taşıyor. Ortodoks rahibin Lea adında küçük güzel kızı da bana eşlik ediyor. Türkiyede Süryani populasyonunun iki bin olduğunu ve 1915 Ermeni tehciri ile , Süryanilerin de ezici çoğunluğunun Suriye ve Irak’a göç ettiği bilgisini veriyorlar. Ayrıca Avrupa’da yaşayan Süryaniler, ata topraklarına sıkı sıkıya bağlılar. Her yıl mutlaka burayı ziyarete geliyor, kiliselerin onarımında finansal desteklerini esirgemiyorlarmış. Gerek Mardin, gerekse Midyat’ta birçok kilise son derece bakımlı, temiz, pırıl pırıl. Hatta yurt dışındaki örneklerinde de tanık olduğum gibi, kiliselerin çeşitliel yapımı ürünlerini sattıkları bölümleri ve turistlerin dinlenmeleri için kafeteryaları var. Ben de biraz soluklanacağım. Tarçınlı çay ile zencefilli, hurmalı, bademli küçük kurabiyeleri tercih ediyorum.
Yola devam ederken rastlanan eski ve terkedilmiş binaların geniş avlularını , keçilerin koyunların ağılı olarak görmek, bana derin bir ahhhh çektiriyor.
Güneş ışınları yavaşça Mezopotamya ovasını usta bir ressam gibi kızıla boyarken, övgüsünü çok işittiğim Cercis Murat konağında bir akşam yemeği, günün finali olacak.
Eski Mardin’de sıkça rastlanan muhteşem konaklar , günümüzde otel veya restoran olarak hizmet veriyorlar. Cercis Murat ta bunlardan biri. Alabildiğine büyük ve üstte seyir terası ile ziyaretçilerine unutulmaz anlar yaşatıyor. Girişte sağda, önceden burada yemek yemiş olan ünlülerin fotoğraf galerisini, solda da küçük zarif hediyelik eşyaları bulabilirsiniz. Işıltılı, harika yerel giysiler içindeki garsonların servisi kusursuz. Tonozlu tavanlardaki kristal avizeler ve antik kazanlar , dekora daha da çekici bir hale getirmiş. Cam kenarındaki masalarda gruplar olduğu için, tek gelen bir müşteri olarak iki kişilik bir masaya alıyorlar beni. Bir ara pencereden dışarıya baktığımda, bir İzmirli olarak gözlerim deniz arıyor. Ama dışarıda mavi bir deniz yerine, yeşil bir Mezopotamya ovası uzanıyor alabildiğine. Bakır ve üzeri bir yığın nazar boncuğuyla cıngıl cıngıl donatılmış ibrikler , ayran servisi yapılan taslar, birçok mezenin bulunduğu sini ve büyük servis kaşıklarını, bizler büyük kentlerde ancak aksesuar olarak kullanıyoruz. Özenle seçilmiş kırmızı masa örtüsünün de üzerini lacivert, yeşil renklerde Osmanlı laleleleri süslüyor. Önümde sayısız meze duruyor. Patlıcan ezme, Mardin’e özgü küçük ama lezzetli zeytinler, kişnişli havuç ezmesi, muhammara, naneli keçi yoğurdu, kuru domates kızartması, firikli ve tahinli diğer mezeler, benim küçücük mideme göre biraz fazla. (!). Hele bir de benim gibi Mardin’de bir vejeteryansanız, işiniz zor. Yemeğin yanında Asir adıverilen sumaklı, zencefilli içecek ise, her türlü övgüden çok daha öte bir şey. Yemek üstüne harire denen tatlıyı alıyorum. Bu tatlıyı, Mardin’de hiçbir restoranın bu kadar iyi yapamadığını da not düşeyim. Yanında kaymaklı dondurma ile servis edilince, gerçek bir şölen oluyor.
Yemek bitti. Hesap gelecek sanıyorsunuz değil mi ? Hayır, işte şimdi tören başlıyor.. Hiç beklemediğiniz bir seramoni, size kendinizi çok özel hissettiriyor. ( Şimdi ben tam bir kraliçe Derseta’yım ). Garson masanıza büyük, nakışlı bir kase , ibrik ve peşkir getiriyor. Akabinde , ibrikten döktükleri gülsuyu ile ellerinizi yıkıyorsunuz. Bir yandan gülsuyunun baygın kokusu, diğer yandan büyüleyici bir ortamda olmak , üstüne garsonlar tarafından şımartılmak başınızı döndürüyor. İyi ki varım. İyi ki buradayım. Yukarıda teras sefası yapıyor ve Mardin’in ateş böceği gibi yanıp sönen şehir ışıklarını izleyerek, ilk günüme noktayı koyuyorum.
Ertesi gün için hava raporları çok çelişkili. Biri yağmur diyor, diğeri parçalı bulutlu. Ama şimdilik güneş gökte bir mücevher gibi parlıyor. Güzel bir Mardin sabahı. Havada bile yoğun baharat kokusunu alıyorsunuz. İki yıl Önce ziyaret ettiğim Antakya’da da tüm ara sokaklar, tütsü kokuyordu. Sıkı bir gezgin olarak şunu dile getirebilirim : Her kentin, her ülkenin kendine özgü garipsi bir kokusu var.
Bana mutluluğun tanımını yapabilir misiniz ? Benim tanımım çok sade : Gezmek ve kitap okumak. Bu ikisi yeter ayaklarımı yerden kesmeye. Bugün listemde Hasankeyf var. Hani yöre halkının, HES yapılmaması için eylem üzerine eyleme durduğu yer.
Önce eski bir öğrencimin Hasankeyf’te açtığı Hasbahçe dındaki tesisinden başlıyorum ikinci günümün gezisine..Yeşillikler içindeki on dönümlük arazide , içinde alabalıkların olduğu kaskatlı havuz , inicir ve şeftali ağaçlarının altına sıralanmış masalar , kazlar, tavşanlar ile doğanın pozitif enerjisi çarpıyor sizi..Hasbahçe’nin sahibi Fırat bey tesisini d geliştirerek, turistlere daha iyi hizmet verme çabası içinde. Havuzun karşı tarafında küçük odalı mütevazi pansiyonu da kalınası..ve…ilk kez karşılaştığım , tesisin yanında güzel bir sürpriz gibi uzanan Tigris ( Dicle ) nehri..Hasankeyf’te tarihi kaleye giderken sağlı sollu turistik eşya satan dükkanlarla dolu çarşının içinden geçiyorsunuz. Kök boyalı kilimler satan bir dükkanın içine girerek , dokuma tezgahında harıl harıl çalışan 85 yaşındaki bir ustayı kutlama ihtiyacı duyuyorum. Çarşıda bir satıcı başıma , özel bağlama usuluyle ‘’puşi ‘’ takıyor. Buradaki rehberim, elinde yığınla broşür ve kitap taşıyan yirmili yaşlarda bir genç. Yoksulluk yüzünden okuyamadığını, sezonda bu işi yaparak para kazandığını anlatınca, yüzüme bir tokat çarpılmış duygusunu yaşıyorum. Ülke gerçeklerinden haberdar olmayıp oturduğu yerden ahkam kesen bir batılının , buralara yolunun düşmesini dilemekten başka yapacak bir şeyim olmuyor. Ben galiba seyahate , en çok bunun için vurgunum. Bireyin perspektifinin geniş bir açıya kavuşması, halkların birbirini tanıyıp anlaması, kucaklaşması için seyahat bir zevk değil, bir İHTİYAC. Yine bol mağara evler ve kerevetler..Rehberimin bilgilerine göre 1950 yılına kadar Süryaniler yazlarını devamlı mağara evlerinde geçirirlermiş. Bu yıldan sonra, ana uğraş dalları olan ticaretin zayıflaması, yurt dışına göç etmelerinde önemli bir faktör olmuş. Burada 1915 yılına değin çok yoğun bir Süryani nüfusu yaşamaktaymış . Günümüzde ise, onlar Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde. Osmanlı kayıtlarında, 16. Yüzyıl ortasında Hasankeyf 1300 hane olarak gösteriliyormuş. 787’si hıristiyan, 483 müslüman, 20 de Yahudi. Bugün ise, köylerle birlikte 3200 bile olmadığını söylüyor rehberim. Buranın, antik çağlarda merkezi bir yerleşim yeri olmasının nedenini, insanların yerleşmelerini kolaylaştıran bol sayıda mağara bulunmasına bağlıyor.
Yükseklere tırmandıkça mağara evlerin sayısı artıyor . Koca bir antik kent gözünüzün önünde bütün görkemi ile uzanıyor. Rehberim, deli yağan bahar yağmurlarından sonra , taşkınlarla bu koyakta birçok antik sikkenin ortaya çıktığını söylüyor. Mağaralar, insanların gereksinimlerine göre fonksiyonel bir yapı almış. Ev, mezar ve hatta ağıl olarak kullanılmış. Aşağıdaki düzlükte, üzerine kilimler atılmış birkaç kerevetten oluşan küçük kafeteryada , ayran ve çay içebilirsiniz. Rehberim burada bir mola vererek anlatmaya başlıyor .
‘’ Bu kalenin bilinen dört kapısından birinde yılan ve akrep figürleri görüyoruz. Efsaneye göre bu kapıdan geçen kişi efsunlu olurmuş, onu yılan sokmazmış. Nehirlere gelince..Dicle dişi, Fırat ise erkek nehirler olark nitelendirilir. Dicle, kıvrımları olan bir kadınla özdeşleştirilir. Akmaz, dans eder sanki. Bir hadise göre, gelecekte Fırat ve Dicle yüzünden savaş çıkacaktır. ( Bunun, İsrail bayrağının çizgilerinde , örtülü olarak simgelendiğinden söz etti. Bayraktaki çizgiler, bu savaşa refere ediliyormuş ).
Savaşlar ve mezarlar, Gılgamış destanını anımsattı bana
‘’ Sadece tanrılar güneşin altında sonsuza kadar yaşayabilir,İnsanoğlunun günleri ise, sayılıdır. Ne yaparsa yapsın boştur.’’
Aşağıdaki Şap vadisinde antik agora , son dönemlere kadar çarşı/ pazar olarak kullanılmış.Üstüste görülen dönemsel kalıntılar ise, şu uygarlıklardan : Roma, Artuklu, Eyyubi,, Selçuklu, Osmanlı.
Nehir kıyısı, birbirinden otantik kafe ve restoranlarla şenlendirilmiş. Yalnızca alabalık değil, Dicle’ye özel ‘’ şabbut ‘’ denen büyükbir cins balık ta yeniyor burada. Dicle dile gelse, eminim burada baraja hayır diyecekti.Yöre halkı, çok direndiklerini, ancak eylemlerinin karşılığını alamadıklarını acılı bir tonda anlatıyor. En gülünç olanı da, Dicle’nin tam ortasındaki tarhi köprüyü onarmak için devletin milyonlarca liralık metal kafes ve onca emek verdikten sonra , yapının tamamen sular altında kalacak olması..Evler boşaltılmakta. İki aya kadar burası sular altında kalacak. Gül bahçeleri içindeki tek katlı güzelim evleri terk etmek ve karşı kıyıda devletin yaptığı toki apartmanlarında yaşamak istemeyen ev sahiplerinin yakınmaları da, ayrı bir trajedi..Koç camii, Eyyubi Kızlar camii gibi tarihi esrlerle güzelim taş evler de kurban edilecek sulara..Aklıma antik Mısır’da rahibelerin yaptığı bir ritüel geliverdi : Nil nehrinin taşkınlarından kurtulmak için, suya dualarla süt dökerlerdi , Nehir perilerine süt armağan eder ve afetlerin önünü almak için ayinler yaparlardı.. Ey güzeller güzeli dişi dansöz Dicle : Ben de sana süt armağan etsem, kurtarır mıyım Hasankeyfi ? Tüm gücümle haykırıyorum: Baraja hayır. Kocaman bir hayır. Hasankeyf’i seviyorum. !!!
Tüm gün Hasankeyf’te geçti gibi.. Az bir vaktim kaldı Mor Gabriel manastırını görmek için. Saat 17.00’da ziyarete kapanıyor, acele etmeliyim. Ne yazık ki aracım yok. Üstelik te manastır anayoldan üç kilometre içeride bir tepenin üzerinde kurulmuş.Kır çiçeklerinin, yaban kuşlarının, doğanın derin sessizliğinin uyumlu bileşimi içinde tepeyi tırmanmaya başlıyorum çaresiz..Kulak kabartmam boşuna, bir araba geçmiyor. Otostop yapamıyorum. Bugün hiç şansım yok galiba.
Uzun bir yürüyüşün ardından, gizemli filmlerde olduğu gibi, tepenin üzerinde Mor Gabriel bütün ihtişamı ile belirdi. Dünyanın en eski Süryani manastırı olan bu yapı, Deyr-ül Umur adıyla da biliniyor. Saat 17.20. Beni içeriye almazlarsa, kapısında yatmaya kararlıyım. (!). Mutlaka görmeliyim. Giriş kapısının solunda nöbetçi kulübesine benzer küçük bir yapının önünde siyahlar giymiş rahibi görüyorum. Lübnan’dan henüz gelmiş haliyle Türkçe bilmiyor. Sorun yok, dünyanın kolonyal dili İngilizce ile anlaşıyoruz biz de..Daha doğrusu, şakalaşıyoruz. Üç kilometre tırmandığımdan yakınınca bana bir örnek veriyor : Kendisi Mısır’da Sina yarımadasındaki ünlü kutsal tepe ve kilisede bulunmuş.Beş saat boyunca dağa tırmanan ve nihayetinde orada güneşin muhteşem doğuşunu izleyen , ortalama yaşı 70-80 olan turistlerin hiç yorgunluk bilmediğinden dem vuruyor. Üstelik benim hala genç ve bir de hayat dolu olduğumu ekleyerek gülümsüyor. 1990 yılında Mısır’da bulunmuştum. Şimdi yine gitmeliyim güneşin doğuşunu izlemek için, çok özendirdi beni. Eduardo Galeano’nun romanındaki güneş betimlemesini anımsattı bana :
‘’ KOcaman bakır rengi bir güneş, nehrin ağzını istila ediyordu ‘’. Burada nehri değil ama, istilacı güneş, tepeyi aydınlatıyor.
Bir yandan da bu 100 hektarlık muazzam arazi üzerinde bir tac gibi duran bu ‘’ sarayda ‘’ yaşayan topluluğun ne denli şanslı olduğunu düşünmemek olanaksız. Arazide tarım yapıyorlar, ağaçlardan türlü meyveleri topluyorlar, tertemiz havayı ciğerlerine çekiyorlar. Bütün bu nimetlerden, sadece tüm gün aylak aylak dua ederek faydalanıyorlar. (!). Zavallı bir işçinin , günde on saat hem asgari ücretle, hem de iş güvenliği bile olmadan çalıştığını düşünsenize. Ya da zavallı bir köylünün güneşin altında kan ter içinde saatlerce çalışıp bir de emeğinin karşılığını alamadığını bir karşılaştırsanıza rahiplerle.!
Mavi gözlü, genç ve biraz da aksanı farklı bir Türkçe konuşan Süryani rehberimiz , manastırı karış karış gezdirmeye başladı bile. Kesin olan şu ki, burası, ilerleyen günlerde ziyaret edeceğim Deyr-ül Zeferan’dan çok daha önemli bir yapı. Süryanilerin Kudüs’ü tanımlamasını yapıyorlar. 1600 yıllık bir tarih, ölen rahiplerin yere gömülü üzeri beşik tonozlu mezarları, daha ileri tarihlerde ölenlerin ise duvarlardaki nişlerde doğuya bakacak şekilde yatırıldıkları mezarları görüp hayranlıkla içiçe garip bir saygı duygusu kaplıyor insanın içini. Yerdeki mezarlar alçakgönüllülüğü simgeliyor. ( Ayaklar altında olması sebebiyle ). Ölülerin doğuya bakar vaziyette yatırılmaları ise , hz. İsa’nın doğudan dirileceği ortodoks hıristiyan inancına dayalı. Tün dünya Süryanilerinin gözbebeği burası ve içeride binlerce kibritin biraraya gelmesiyle yapılan manastır maketi takdire şayan bir çalışma. Çok ilginç bir mimari örneğine de dikkat çekiyor rehberimiz : İçeriden kubbe, dışarıdan kare olarak görülen bir tavan bulunuyor burada. Bir yandan da, kapalı kapılar ardında yapılan ayinin sesleri gelmekte. Hz İsa filminin canlandırılmış halini yaşıyor gibiyim. Rehberimiz, birazdan rahibelerin bu bahçeye çıkacaklarını, ziyaretçilerle karşılaşmak istemediklerini ve sessiz olmamız gerektiği uyarısında bulunuyor. Birazdan siyahlar içindeki rahibeleri görüyoruz . Henüz çok genç olan biri dikkatimizi çekiyor. Ortodoks rahibelerin giysileri, yıllar önce Yunanistan’da gördüklerimle örtüşüyor. Başlarındaki siyah örtüyü, müslümanların bağlama şekline çokbenzetmiştim ve asla turistlerle fotoğraf çekilmeyip, yüzlerini saklayarak kaçışmışlardı.
Neyse ki Mor Gabriel’den yayan inmeyeceğim. Tunceli’den bir öğrenci grubu, beni arabalarına alarak bir incelik gösteriyorlar. Üstelik bu grup, yasaklı bir misyona sahip : Kızlı erkekli geziyorlar. Çocuklarla Mardin’e gidinceye kadar koyu bir politika, tarih, inanç felsefesi söyleşisine giriyoruz. Mazdeizmden söz edişleri çok grotesk geliyor bana . Hani tüm dünya Türk olsun diyen faşistler gibi, tüm dünya mazdeist olsun diyeceksiniz neredeyse..Sosyalizmin, mazdeizmin yanında esamesinin bile okunamayacağını anlatıyorlar.
Mardin’de otelimdeyim nihayet. Kendimi yatağa öyle bir atıyorum ki , kesintisiz uykumdan , ancak sabah sokaktaki araba gürültüleriyle uyanabiliyorum.
Size Urfa desem, aklınıza ilk gelenleri sayar mıydınız ? Urfa kebap, Balıklıgöl mü derdiniz ? Ben Urfa’ya sadece bir hayalimi gerçekleştirmek için gidiyorum : Göbeklitepe. Düşünün, piramitlerden binlerce yıl önce inşa edilmiş bu tapınak sizi heyecanlandırmaz mıydı ? Üstelik te insanlık henüz avcı/toplayıcı bir aşamada iken inşa ediliyor. 12.000 yıl gibi dudak uçuklatan bir kronolojiden söz etmek bile yeterince heyecan verici değil mi ? Klaus Schmidt’i, buraya ömrünü adamış Alman arkeoloğu, o güzel insanı nasıl anmazsınız saygıyla ? Urfa’dan 15 kilometre uzaklıkta ve araç ta olmadığı için, Çinli arkadaşım Fong Çong ile birlikte özel tur almak zorundayız.
Fong Çong, Türkiye’ye Çin’in Şanghay kentinden gelmiş. Tek başına seyahat edecek kadar da cesur bir kız. Çocuksu bir yüze sahip. Aynen Vladimir Nabukov’un Lolita tanımında olduğu gibi :
‘’ Zayıf kollar, kahküllü saçlar, uzun kirpikler , dolgun parlakdudaklar ile özgün, sevimli ve neşeli ‘’.
Hele O’nun bir sözünü hiç unutmayacağım : ‘’ Elinde şemsiye ile gezen bir kadın görürsen, bil ki O Çinlidir ‘’ diyor. Ben de Çinli hemcinslerimin, ciltlerini güneş ışınlarından korumak için özel bir çaba gösterdiklerini, ilk kez arkadaşım Fong Çong sayesinde öğreniyorum.
Şoförümüz tanıdık ve klişe bir öyküyü yineliyor bize :
‘’ Bir gün bir köylü tarlayı sürerken, küçük bir heykelcik bulmuş ve gidip bunu uzmanlara vermiş. Böylece Göbeklitepe’nin öyküsü de başlamış. ‘’ çok geçmeden yanık bir türkü tutturuyor
Hış hışı hançer boynuma le ley. Küpeli kızlar yanıma..’’
Ben de O’na katılıyorum Fong Çong’um meraklı bakışları arasında. Şoförümüzün adı da çok enteresan. Kendisini buralarda Gulu Gulu Yusuf diye çağırıyorlarmış. Çinli arkadaşım ‘l ‘ harfini incelterek ilginç bir telaffuz ile söylüyor bu ismi. Gulu Gulu Yusuf soruyor :
‘’ Arap kızlarının gözleri neden çok güzeldir bilirmisen ?’’
Bilmediğim yanıtını veriyorum.
‘’ Çünkü hep ceylanlara baka baka onların da gözleri güzel olir ceylan gibi ‘’.
Ardından bir soru daha geliyor :
‘’ Gezme ceylan türküsünün öyküsünü bilirmisen ?’’
Soru yağmuruna tutuldum yine ama halk öykülerini öğrenmeyi istemiştim yaşamım boyunca..
‘’ Şİmdi, dört avcı bir de yanlarında şoför yola çıkıyler. Bir zaman sonra çalıların arasında ne görsinler ? Bir dişi geyik uzanmış ta yavrularını emziriy. Tam avlayacaklar , şoför gelip avcıların üstüne atliy, mani oliy. Sen karışma bize dirler şoföre. Senin işin araba sürmak, bizim işimiz avlanmak. Hele beri git sen dirler. Dişi geyik yerinden hiç kıpramaz avlanacağını bildiği halde. Çünkü anadır, yavrularını emziriy. Lakin gözlerinden yaşlar akar, ağlayıp duriy. Avcılar geyiği öldiriy, yavruları da alıp satiy. ‘’
Buraların trajik öyküleri nemli bir bulut gibi sarıyor beni, boğuyor. Fong Çong’a tercüme ederek naklettiğimde yüzünde bir acıma ifadesi beliriyor.
Sonunda Göbeklitepe’deyiz. Az sayıdaki ziyaretçi topluluğu gözümden kaçmıyor. Oysa İzmir Efes’te dünyanın her yanından kalabalık bir turist grubunu yılın her döneminde görebiliriz. Dikilitaşlar yuvarlak bir dizinde sıralanmış olduğu için , buraya Göbeklitepe adı verilmiş. Diğer ören yerlerine göre daha bakımlı ve korunaklı diyebilirim. Dikilitaşların üzerinde çeşitli kabatmalar seçiliyor. Arkeologların yorumları, buranın bir açıkhava tapınağı olduğu yönünde. Urfa müzesi, çıkarılan buluntuların sergilendiği yer. Bir de bu yakınlarda adını otellere, restoranlara bile vermiş olan Nevali Çori ören yeri vardı, onun başına da aynı akibet gelmiş ve Atatürk baraj gölünün suları altında kalmış.Burada da Göbeklitepe gibi T biçimli sütunlar bulunmuş.Yurt dışından getirilen arkeologların yıllar yılı süren uzun çalışmaları, emekleri, harcanan paralar ve herşeyin ötesinde , paha biçilemez binlerce yıllık tarihieserlerin bozuk para gibi harcandığı bir ülkede yaşıyor olmaktan utanç duyuyorum. Yoksa IŞİDin buraları da talan etmediğine mi şükretmeliyim ?
Rehber, dikilitaşların üzerindeki kabartmaların Anadolu’nun en eski flora ve faunasına ışık tuttuğuna işaret ediyor. 2014 yazında Çorum Hattuşaş’taydım.Anadolu’nun orta ve doğusunda konumlanan tüm kadim uygarlıkların en sık kullandığı taşlar serpantin ve obsidyen. Küçük tanrı figürleri, takılar, yontma aletleri, hayvan yontuları hep bu taşlardan. Göbeklitepe bence dünyanın sekizinci değil, birinci harikası. Sevgili Klaus Schmidt bu muazzam eserin karşısında hayretini gizleyememiş ve tüm dünyaya şu soruyu sormuştu
‘’ Önce din mi, üretim mi vardı ? Buradan elde edilecek bilgiler, tüm tarih yazımını değiştirme gücündedir. ‘’
İngiltere Stonehege ile böbürlene dursun, burada kazı yapan arkeologların ağzı açık kalıyor. Gezerken taşların arasındaki yuvalarından yolumuzun üzerine çıkan birçok kertenkele, Çinli arkadaşıma ve ve bana durup bir bakış attıktan sonra kaçışıyorlar. Fong Çong hayvanlardan çok ürküyor. Daha ileriye yürümekte tereddüt ediyor. Oysa ben hem vejeteryanım, hem de çocukluğum büyük bir bağda hayvanlar ve bitkiler arasında bir rüya gibi geçti.Bazı insanlar, dünyaya bir misyonla geliyorlar gibi. Klaus Schmidt te Göbeklitepe’yi tarihe armağan etmek için gelmiş.Tıpkı hayatını Afrodisias’a adayan Kenan Erim hoca gibi.Toprağınız bol olsun, bu toprakların çocukları size minnet duyuyor.
En son, girişteki hediyelik eşya dükkanından Göbeklitepe baskılı tişort, taştan yapılmış Göbeklitepe sütunu ve bir bloknot satın alarak ayrılıyoruz buradan. Vakit dar, yol zaman alıyor. Çok şey sığdırmak gerek kısıtlı sürece. Ayn-ı Zeliha’nın ( Balıklı göl ) yolunu tutuyoruz.Çok büyük ve yeşil bir alanla karşılaşıyoruz. Yerli halk, çoluk çocuk gezintide. Gölün çevresinde sıralanmış onlarca dükkan , kafeterya, restoran, bu tür yerlerin vazgeçilmezleri arasında. İlk bakışta Ayn-ı Zeliha ( Zeliha’nın gözü demek Arapçada. Söylenceye göre , bu göl Nemrud’un kızı Zeliha’nın gözyaşlarından oluşmuş., çölün ortasında bir vaha gibi.Zira Urfa’nın en yeşil yeri.Bir mesire alanı. Burada Şazeli Ali dede türbesi var. Afrika’dan gelip, Balıklıgöl’deki Halil ür Rahman camii ve medresesinde hizmet vermiş. Yerli yabancı kalabalık turisttopluluğunun arasında hiç beklenmedik bir kişi beliriyor. Başı çok kalabalık ve fotoğraf makinelerinin klik sesleri, flaşları arasında kaybolmuş bir halde. Meraklanıyorum, biraz yaklaşınca HDPli Urfa adayı Osman Baydemir olduğu anlaşılıyor bu gizemli kişinin. Birlikte fotoğraf çekilme yarışına ben ve Fong Çong ta katılıyoruz. Çin’de arkadaşlarıyla bu fotoğrafı paylaşacak olmanın heyecanı içinde kendisi. Burada siyasi aktörleri sıkça görüyoruz. Önceden de Cercis Murat konağında , kalabalık bir grup ile gelen Ahmet Türk ile, fotoğraf çekilme yarışının bir parçası olmuştum. Alçakgönüllü ve esprili kişiliğinden çok etkilenmiştim. Özellikle Mardin’de çılgınca bir HDP desteği söz konusu ve bana da HDPye oy verip vermeyeceğimi soruyorlar.
Fong Çong ile yine bir hediyelik eşya dükkanından alışveriş yaptıktan ve yörenin yerel giysileri ile fotoğraf çekilmeyi de ihmal etmedikten sonra, karnımızın zil çaldığını farkediyoruz (!). Artık bunca yorgunluğun üstüne , güzel bir yemek keyfi çekmek vakti geldi.Sıra sıra restoranlar arasında uzunca bir süre kararsız kaldıktan sonra,yukarıda manzaraya hakim güzel bir yer keşfediyoruz. Tabii yerel yemekler ve yerel giysili garsonlar olduğunu yinelememe gerek yok.Burada bir yandan Urfa kalesi, diğer yandan Balıklı gölü izlemek mümkün. Fong Çong ünlü Urfa kebabını ısmarlıyor, ben de soğuk ayran aşı ve şıllık tatlısı. Tabii üzerine de mırra kahvesi.Şimdi kendimizi daha iyi ve enerjik hissediyoruz. Buradan on dakika yürüyüş mesafesinde olan otelimize dönüyoruz. Otelimiz, bir zamanlar zengin bir Ermeni iş adamına ait olan üç katlı ve çok özgün bir yapı. Özellikle piramidal bir uslüple inşa edilmiş olan tavanları, ilk kez bu yörede gördüm. Tonoz tavanlar bunlar. Sanat tarihinde, bu biçeme kaburgalı tonoz adı veriliyordu anımsadığım kadarıyla. Günümüz cam giydirme minimalist yapılarıyla karşılaştırdığımda , bu estetik kaygılarla oluşturulmuş ve aynı zamanda hem estetik, hem fonksiyonel olmayı başarıyla birleştirebilmiş yapılara hayranım.
Otel girişinde bizi Gulu Gulu Yusuf karşılıyor. Yine yakalandık galiba soru yağmuruna :
‘’ Nereden geliyorsunuz ?’’
‘’ Ayn-ı Zeliha’dan ‘’
‘’ Şimdi ne yapacaksınız ?’’
‘’ Hiçbir fikrimiz yok ‘’
‘’ İyi, ben söyleyeyim size o zaman. Mutlaka Urfa sıra gecesine gidin. Nereye gideyim diye düşünmeyin lo..Ben bilirem. Çardaklı köşk restoran. Hem de çok yakın buraya ‘’
Sevimli rehber şoförümüz Gulu gulu Yusuf’u dinlememek ne haddimize ? Kendimizi Çardaklı köşkte buluyoruz o gece. Merdivenler bizi taş avluya çıkarıyor. Kapıda bizi karşılayan garson rezervasyonumuz olup olmadığını soruyor. Ama bizim rezervasyonumuz yok. Dolayısıyla bizi salonun en başındaki minderlere oturtuyor. Giriş, teras, şark köşesi, yemek salonunda ibaret çok katlı taş bir mimari şaheseri daha. Kilimler, bakır siniler, yer sofraları, yer minderleri ile bilindik bir dekor daha. Yedi kişiden oluşan musiki ekibinin çalıp söylediği türküler de çok tanıdık.Taa benim çocukluğumdan. Dayanamayıp grupla birlikte halaya duruyorum. Ne yazık ki Fong Çong, tüm ısrarlarıma karşın katılmayı reddediyor. Sıkıldı mı ne ? Belki de o çok sade, çok rahatlatıcı ezgileri olan Çin müziğine göre, bizimkini biraz fazla gürültücü bulmuştur. İkimiz de aynı anda biribirimize gidelim diyor ve gülümsüyoruz. Ama garson, bir ev sahibi edasıyla yemek yemeden bizi buradan nırakmayacağını söylüyor. Büyük bir tepside , başında bone olduğu halde bir çiğ köfte ustası gayretle yoğurmasına devam ediyor. Çinli arkadaşım Fong Çong’a TBMM’de bir zamanlar vekillerin çiğ köfte partisi yaptıklarını ve kıvamda olup olmadığını test etmek için meclisin tavanına yapıştırdıklarını anlattığımda, önce gözlerini hayretle açıyor ve sonra kahkahayı basıyor. Bu gece benim de kendimi özel hissetmem gerek. Yanımızdaki minderlerde oturan gençlere soruyorum önce :
‘’Sizce bu çiğ köftenin kıvamı tam mıdır, ne dersiniz ?’’
‘’ Bilmiyoruz ama iyi gibi ..
‘’Bence bunu anlamanın bir tek yolu var ‘’
Veee..İşte flaş flaş..Gecenin bombası. Tavana fırlattığım çiğ köfte yapıştı bile. Çiğ köfteyi kıvama getiren ustayı da, ülke politikasına tavan tavan yaptıran siyasileri de kutluyorum..(!)..
Öteden beri planlı programlı seyahatten nefret ederim. Dersine yoğunlaşan çalışkan bir öğrenci gibi seyahat edeceğim destinasyonu gitmeden önce didik didik araştırmak, bana göre değil. Bohem yaradılışım, özgür ruhum hep sürprizleri sever. Oranın bilgilerini hep halktan almayı yeğlerim. Yerlisiyle oturup konuşmak, kaynaşmak isterim. O efsaneye karışmak, o tarihi yaşamak, o dokuyu giymenin dayanılmaz heyecanını tatmak isterim. Grup gezileri, turlar, bana hep yabancı olmuştur. Çıkarım yola sadece…Payıma ne düşerse, kaşığıma hangi kısmet isabet ederse, hangi gizli sürpriz bana göz kırparsa.. İşte bu benim..
Bugün doğunun bir başka pırlantası ışıldıyor : Halfeti Siyah güller diyarı.. Buranın İzmir Seferihisar ile ortak bir özelliği olması ne denli şaşırtıcı değil mi ? İkisi de ‘’ Citta slow ‘’ yani yavaş şehir listesinde. Uzunca bir yolculuktan sonra Halfeti’ye varınca , iyi anlıyorum bunun anlamını. Burayı, doğunun Marmaris’ine benzeten arkadaşlarım haklı. Mavi ve yeşil , rüzgarla kolkola, bu eşsiz manzara dans ediyor sanki. Hava çok bulutlandı birden. Biraz daha sabret sayın fırtına tanrısı, lutfen biraz daha. Bu arada yolculuğumuz sırasında harika iki arkadaşımız oluyor. Biz artık dört kişilik bir grubuz. Diyarbakır’dan gelen genç bir çift onlar. Tıp eğitimi alıyorlarmış. Tarzancaya yakın İngilizceyle Fong Çong ile kontakt kurmaya çalışıyorlar. Teknelerin motorlarının pat pat sesleri , batık şehirde ve tepedeki antik kale surlarında yanık bir türkü gibi yankılanmakta. Burada nereye giderseniz gidin tarihin bir parçası oluyorsunuz kendiliğinden. Bir de barajla beraber suyun altına hoyratça itilivermiş bir şehri, bir öreni gördüğünüzde , göğsünüzün sol yanında sızım sızım bir sancı duyuyorsunuz.
Dağların arasından denizin koyları gibi kıvrımları dolaşan teknede bir gümbürtü başlıyor birdenbire. Türküler pop müziğine karışırken , tekne yolcuları da dansa duruyor. Havadaki kokuya ne demeli ? Gül kokuları, kebap kokularına karışmış.Kaya mezarları , mağaralar, neredeyse bana Dalyan’da antik Kaunos’ta olduğumu söyleyecekler. Biraz kaptanlığı denesem mi ? Antik çağın bütün uygarlıkları , gemide bir kadının olmasını uğursuzluk olarak nitelemişler. Teknede zaten kadın populasyonuerkeklerden fazla . Üstelik dümende bir de ben varım. Tanrı Enki’nin gazabına uğrayacağımızı , sonunda teknenin batacağını düşünen varsa , benim de onlara açık bir yanıtım var :
Dümenin başındaki sıradan biri değil. Tanrıça İŞtar…!!!
Çevredeki butik otellerin yapımını hızlandırmışlar. Ülkenin , inşaata dayalı ‘’büyük’’ ekonomisinin izleri buraya da ulaşmış maalesef.
Karaya çıkıyoruz artık. Bizim müthiş dörtlü grubumuz fıstıklı, karamelli,limonlu dondurma ziyafetinden sonra asma köprüden karşıya geçmeyi planlıyor. Köprünün başındaki görevli , sadece belli sayıda kişinin karşıya zıplamadan ve dengeli bir yürüyüşle geçmesine izin veriyor. Gruptaki diğer arkadaşlarım ‘’ köprüden geçti gelin ‘’ türküsü eşliğinde karşı tarafa ulaşıyor. Ben onlara katılmayı düşünmüyorum. Asma köprünün, fırtınaya tutulmuş gibi savrulduğuna tanık olmak adrenalinimi yeterince yükseltti. Yüreğim ağzımda. Ben böylesi değil, şairin dediği gibi bir ölümü yeğlerim :
‘’ Benim ölümüm bir yaz gecesi olsun / Ilık birrüzgar aksın pencereden içeri ‘’…
Üstelik karşı tarafta pek görülmeyi hak eden birşey yok gibi. Şanlıurfa Büyükşehir Belediyesinin kat kat teraslandırılmış bahçesi var. Sanırım yaz mevsiminde kafeterya açık oluyor burada.
Aniden fırtınayla karışık sağnak yağmur bastırıyor. İyi ki Fong Çong’un o ünlü, yanından hiç ayırmadığı şemsiyesi var. İkimiz birlikte telaşla sığınacak bir yer arıyoruz. Bu koşuşturmaca içinde tenekeler içinde Halfeti siyah gülleri sıralanmış. Dünyanın en özel gülü. Bildiğim kadarıyla, doğal yöntemlerle, dünyanın başka hiçbir yerinde yetiştirilemiyor.
Bugün için akşam yemeğimizin yöresel ve özgün bir konsepti yok. Urfa’da devasa bir AVM’de fast food restoranındayız. Arkadaşım ve ben kumpir alıyoruz. O, daha önce hiç kumpir tatmamış ve lezzetini çok beğendiğini ifade ediyor. Bu, Çinli yol arkadaşım ile son günümüz. Yollarımız şimdilik burada ayrılıyor. Fong Çong bu gece çok az uyuyacak . Sabah 05.00’da Nemrut’ta olması gerekiyor. Güneşin olağanüstü doğuşunu, Komagene tanrılarıyla birlikte izleyecek. Ardından da Kapadokya yolcusu. İzmir’de buluşacağız ve O’nu bir süre de evimde ağırlamak, benim için hoş deneyim olacak. BenseMardin yolcusuyum. Orada beni Mardinli arkadaşım bekliyor olacak. Musa bey, İzmir fuarında birkaç yıl önce tanıştığım bir arkadaş. Kadim Süryani sanatı olan ( kimilerine göre Süryanilere ait değil, kökeni bilinmiyor ) telkari şaheseri bir yüzük ile başladı dostluğumuz.
Murathan Mungan’ın , Mardin tasviri düşüyor aklıma :
‘’ Gökyüzüne komşu bir kalenin şehri Mardin. Ben orada doğdum ‘’
Musa bey bana bugün antik Dara ören yerinde eşlik edecek. Bu bölüme, V. Gordon Childe’dan bir alıntı ile girmek isterim :
‘’ UYgarlık, şehir hayatı , yazı, kanun, matematik, büyük nehir vadilerinde (Dicle, Fırat, Nil, İndüs ) doğmuştur ve yalnız buralarda doğabilirdi. Sulamaya dayanan ziraat vasıtasıyla ; sanatkarlardan , tüccarlardan, katip ve memurlardan oluşan bir nüfusu beslemeye yetecek fazla gıda maddelerini yetiştirmek ve bu fazlalığı şehirlerin merkezi ambarlarında biriktirmek, evvela YALNIZ buralarda mümkündü. Bin yıl var yok İskoçya ve kuzey Avrupa’nın geri kalan kısmı , bilgisizliğin ve barbarlığın karanlıklarına dalmış bulunuyordu . Oysa Anadolu’nun da içinde bulunduğu ön Asya topraklarında ; Hind’de ve Çin’de yalnız birkaç nokta tarihin ışığıyla aydınlanmışlardır ‘’
Dara’nın büyük bir bölümü hala toprak altında. Devlet 2011 yılında kazıları finanse etmeyi bırakmış. Çok büyük bir antik yerleşim alanı Dara. Öyle ki, buraya doğunun Efes’i tanımı uygun düşer, Efesos çok uzun yıllardır kazılıyor. Yeraltında kalan bölümünün çok az olduğunu sanıyorum. Oysa Dara, gerçekten ciddi bir ilgi gerektiriyor. On yıllarca sürecek arkeolojik kazı, ilgi, emek, finans işi bu.
Rehberimiz her türlü takdire değer , aydınlık bir genç.
‘’ Biz bu tepe üzerinde küçükken top oynardık. Nereden bilirdik ki altımızda bir hazine varmış. ‘’ sözleri dökülürken ağzından, gözleri, yüzü, yüreği sevgiyle parlıyor. Devam ediyor ;
‘’ On beş yıl kadar önce burada Dara diye bir şehir olduğundan kimsenin haberi yoktu. Geldiler, çalışmalar başladı . Ama 2011 yılında bu koca şehir kendi kaderine terk edildi. Ayrıca çevredeki halk, mezarlarda hazine araken eserlere de zarar verdiler. Buranın talan edilmesini vicdanım kabul etmedi. Ben de gönüllü bekçilik yapmaya başladım. Geceleri burada yatıp uyudum. En sonunda da devlet bana, bu kadar gönüllüysen seni buraya rehber yapıp maaşa bağlıyorum dedi artık. ‘’
Sapsarı saçları, mavi gözleri, tarih bilinci ve kocaman yüreğiyle bu çocuk saf, temiz bir kır çiçeği gibi. Genom.com’da soyunu araştırsa kanında Partlardan, Sümerlerden, Mitannilerden, daha bilmem kimlerden geldiğinin kanıtları ortaya çıkacak belki de..O da atalarıyla gurur duyuyor belli ki. Bu yüzden dört elle sahip çıkıyor tarihin gizemli kalıntılarına. Bütün kalbimle minnet duyuyorum bu güzel insana. Hepbirlikte minnet duymalıyız. Yıllardır ziyaret ettiğim Anadolu’nun kendi haline insafsızca bırakılmış ören yerlerinin, böylesi insanlara ihtiyacı çok büyük.
Dara’da en muhteşem bölüm, antik su kanalları. Merdivenlerle yer altına iniyor ve ışıklandırılmış görkemli galerilerle karşılaşıyoruz. Kimilerine göre burası su kanalları değil, mahkumların zindanı olarak işlev görmüş. Şehrin diğer bölümlerinde mağara mezarlar ve bir Bizans kilisesi yer almakta. Dara’da, her antik ören yerinde olduğu gibi ölüler dizleri bükülmüş halde ve mutlaka doğuya bakacak biçimde defnedilmiş.Nerede, kimin yazısında okumuştum anımsamıyorum şu bilgileri : Doğulu bir vatandaş, dedesinin, güneş doğarken özel bir ritüel yaptığından söz ediyordu. Anadolu’da uzun süre, kadim inançlarla müslümanlık öğretileri içiçe yaşamışlar. Bunun örneklerini batı Anadolu’da görmek hiç şaşırtıcı değil.
Mardin, eski ve yeni iki ayrı şehirden oluşuyor. Eski Mardin yukarıda tepede, yenisi ise aşağıda düzlükte.Eski Mardin’in tek bir caddesi var : Cumhuriyet . Arkadaşım Musa bey, beni tanıdığı bir dükkana yönlendiriyor, kahve alacağım. Oturup dinlendiğimiz her dükkanda çay kahve içmekten , midem isyan bayrağını çekiyor. Antikacı dükkanından bronz ve işlemeli eski bir kapı tokmağı , şahmaran çizimli bir tablo, Süryani şarabı ve kahve alışverişindeyim.Özellikle kahvenin binlerce çeşidi içinde , insan karar vermekte çok zorlanıyor. Mırra alıyorum ve birlikte mırra takımı. Erdoba konaklarının terasından Mezopotamya ovasını izledikten ve öğlen yemeğinden sonra ilk durak Sabancı müzesi. Az sayıda antik eseriyle , müze , daha çok etnografik bir nosyon taşıyor bence. Ermeni, Süryani, Keldani kültüründen parçalarla zenginleştirilmiş. Balmumundan insan heykelleri, taş işçiliği, kuyumculuk, hanımların ev hayatı gibi günlük yaşamdan kesitler veriyor. Sarkis Lole adlı kişi, ‘’ nahit ‘’ taşını keşfetmiş. Nahit Süryanice ‘’ kesme, traş etme ‘’ anlamlarını içeriyor. Burma, üzüm ve lale motifleri en sık kullanılanlardan. Müzedeki bir başka ilginç öykü, gezgin Pietro de Valle’e ait. Mardin’de Sitte hanım ile tanışarak evleniyor. Karısı Sitte hanım, Bağdat’ta ölüyor ve kurşun bir tabuta koyup, Roma’da defnediyor. Bir doğulu hanım ile, batılı serüvenci bir beyin yaşadığı romansı anmadan geçemezdim doğrusu.
600 yıl kadar önce Mardin’in kurulduğu yere Kerküşti adının verildiği yazıyor burada. Bir Halaf dönemi yerleşkesi. Kerküşti, Kürt dilinde ‘’ eşeğin öldüğü yer ‘’ demekmiş. Herhalde zavallı eşekler onca yükleriyle bu şehrin dik yokuşlarını tırmanırken, yorgunluktan ölüyorlardı (!).
Müzede bukranyum ( boğa başlı ) çanaklarda, güneş ve kafes motiflerinin çok kullanıldığını görmekteyiz.
Savaşlar ve uygarlıklar…Dökülen kan ve mürekkep…Anlatılan galiplerin tarihi.. Ahh Mezopotamya..Ah, kızıl topraklı Mardin. Tam burada Eduardo Galeano sözleri yankılanıyor .
‘’Toprak kırmızıydı ve insanın onu ısırası geliyordu ‘’..
Eski Mardin evleriyle iskan edilmiş tepede Musa bey ile dolaşırken, işlemeli, oymalı taşların çekiciliğine kapılarak soruyorum ;
‘’ Niçin ahali, aşağıdaki modern kentte yaşamayı seçer ki ? Ben burada olsam, kesinlikle bu saray yavrusu evlerde bir kraliçe yaşamı sürerdim ‘’
Arkadaşım, soruya günümüz pratiğinden bakarak yanıt getiriyor ;
‘’ Ama sokaklar çok dar . Bu durumda da , taşınmak zor oluyor . Pencerelerin aralarından da, kışın bayağı soğuk giriyor . Yani sizin dıştan gördüğünüz gibi güzel değil herşey . İnsanlar modern evlerde yaşamak istiyorlar artık ‘’
Modernite.. Uygarlık..Şu uygarlık sözcüğü, bende eskiden beri zorbalığı, bencilliği, eşitsizliği, bireyciliği, çıkarcılığı çağrıştırır. Oysa insanlar milyonlarca yıl komün yaşamı sürdürmüşlerdi . Hem kendi doğalarıyla, hem de doğa ile uyum içinde yaşarken, daha az sorunları vardı. Şimdi ise , kendilerine ve doğaya zarar vermenin adına modernite diyorlar. İronik mi demeliyim, trajik mi, komik mi ? Bilemedim.
Eski Mardin’de her köşeyi döndükçe bir başka güzellikle karşılaşmak, insanı sarhoş ediyor. Şimdi bir sanatçının atölyesindeyiz. Kendisi Musa beyin arkadaşı oluyor. Ağaç levhaları özel aletlerle yakarak tablolar yaratıyor. Geçtiğimiz yıl dükkanını İtalyan bir turist ziyaret etmiş. Ağaç yakma sanatının ilk kez İtalya’da doğduğunu, bunun özgün bir İtalyan sanatı olduğunu söylemiş. Bunun üzerine , ustayla aralarında koyu bir tartışma başlamış. Bütün günü, birbirlerinin savlarını çürütmeye çalışmakla geçirmişler. İtalyan , ya da Anadolu kökenli olduğunu bilmem ama , ustanın elinden çıkanlar takdiri hak ediyor doğrusu. En çok ta tarihsel figürlere gönderme yaptığı tabloları beğeniyorum ben. Tahtında oturan Gılgamış örneğin..Yanında çalışan öğrenciye başarılar dileyerek ayrılıyoruz atölyesinden.
Hacı Mehmet ağa camii, Kasımiye medresesi, Deyr-ül Zaferan ve Mor Hırmız Keldani kiliselerini ziyaret ediyoruz. Kilise ve manastırlar son derece bakımlı. Cami ve medreseler ise, ilgisizlikten dökülüyorlar. Hele Deyr-ül Zaferan , neredeyse lüks bir görüntü sergiliyor. Kafeterya, hediyelik eşya dükkanı pırıl pırıl. Gurme eğitimi alıp, Süryani mutfağını inceleyesim var. Deneyimlediğim en lezzetli mutfaklardan. Manastırdan bol baharatlı, hurma ezmeli, bademli kurabiyelerden alıyorum.
Rahip, kendisiyle fotoğraf çekilmek isteyenlerden bıkmış olacak ki , bana gönülsüzce evet diyor.
Asuri halklardan biri olan Keldanilere gelince..Süryani topluluğuyla aralarında mezhep farkı var. Keldaniler Katolik, Süryaniler ortodoks mezhebinden. Saddam Hüseyin’in sağ kolu olan Tarıkaziz’in bir Keldani olduğunu biliyor muydunuz ?
Suriye’den Türkiye’ye beş ay önce gelmiş olan Keldani Fadi beyle tanışıyoruz kilisede. Akıcı bir Türkçesi var. Adının anlamını soruyorum . Arapça fedai kökünden geliyormuş.Hz.İsa’ya refere edilen bir isim. İnanışa göre İsa, insanlığın günahları için kendisini feda etmiş. Güneydoğudaki Keldanilerden de, tıpkı Süryaniler gibi Avrupa’ya yoğun bir göç olmuş.1915 Ermeni tehcirinde, daha önceden de belirttiğim gibi Süryaniler de Suriye ve Irak’a kaçmışlar. Mor Hırmız kilisesinde Fadi beyle sıcak bir söyleşi ortamındayız. Yanımıza yanaşan tesettürlü, sakallı bir çift soruyor ;
‘’ Sizin, burada hıristiyan cemaati olarak yaşadığınız bir sorun yok değil mi ?’’
Fadi bey, nazik bir dille olmadığını açıklamaya çalışıyor. Söylemek istediklerimi, kaba olmamak adına, içimde saklamak daha iyi galiba. Hiçbir din, hiçbir zaman birleştirici olmamıştır. Aksine, günümüzde bile insanları birbirine boğazlatmayı sürdürüyor. Saygısız ve kaba yaftalarıyla mı damgalanacağım bunları dile getirirsem ? Saygısız olmak, katil olmanın yanında bir hiç oysa…İnsanların ne zamana dek bu afyonu içeceklerini bilmiyorum. Öldürülmek, bir kemirgenden daha hızlı üreyen insanoğluna doğal değil, yapay seleksiyon oluyor. Bunu ukala bir şaka olarak yapmıyorum. Fundamentalistlerin insafına sunulacak bir söylem olarak görüyorum.
Evet…Tarih, sosyoloji, halk öyküleri, sanat derinlikli Mezopotamya gezimin finalindeyim. Sevinç Erbulak diyor ki :
‘’ Dönüş te güzeldir, biriktirdiysen eğer ‘’..
Ben de biriktirdim. Dağarcığımda güzel anılar, yüreğimde dostluklar, valizimde Urfa, Mardin, Batman biriktirdim.
‘’ Tek gerçek yolculuk, aynı gözlerle yüz değişik ülkeyi görmek değil, aynı ülkeyi yüz değişik gözle görebilmektir ‘’ diyor Marcel Proust usta. İşte seyahatin esprisi de bu ya. Bakmak değil, görmek.
Uçağım değil, aslında BENİM mutluluktan bulutların üstünde olan. Boşuna değil bu mutluluk. Tarım ve evcilleştirilmiş hayvan yaşamının 8500 yıl önce başladığı Mezoptamya topraklarında bulundum bir hafta boyunca. İnsan bildikçe özgürleşir. .ve ben çok şey öğrendim. Odisseus Elithis’in ‘’ yaşadım o sevgili adı ‘’ isimli şiirinin bir dizesi aklımda :
‘’ Hiçbir ses, boşa gitmiyor göğün bağrında ‘’…….
Mezopotamya göklerinde de binlerce savaş,aşk,umut,ihanet,kahkaha, gözyaşı boşa gitmemiş. Hala o göklerde bir bayrak gibi asılı duruyor….
ŞAHAL YUNCU