Türkiye'den

Girne – Lefkoşa – Gazimağusa – Kıbrıs

Girne – Lefkoşa – Gazimağusa – Kıbrıs
 
Kıbrıs’ı durumunu çözen varsa bana anlatsın.
Türkiye Cumhuriyeti parası kullanılıyor.
Vatandaşlar İngiltereye serbest girebiliyor.
Türkiye’de yazılıp çizilenlere göre ve Mehmet Ali Birand’ın belgesellerine göre canlarını ve mallarını Türkiye’ye borçlular.
Ama Türkiye’den nefret ediyorlar.
Rum tarafına vatandaşları istedikleri gibi girip çıkabiliyorlar.
Dünyada kimse tanımıyor, bu yüzden Ercan Havaalanı’na bir tek Türkiye’den uçak kalkıyor.
Ama İngilizlerin bir sürü işletmeleri var.
Son yıllara kadar hellim peyniri ve turunçgil satabiliyorlarmış, Türkiye yüzünden artık satamadıklarını söylüyorlar.
 
Ben anladığım kadarıyla özetlemeye çalışayım.
Siz 2014 benzin fiyatlarını inceleyin sonra devam edeyim.
 

Batı Avrupa’nın Kıbrıs’da bolca gözü olmasını tarihi mimarisine bakarak biraz anlayabiliyorsunuz.
Osmanlı’nın devşirdiği tüm yapılar, katolik dünya mimarisinde. Gelmeden önce ortodoks etkisi ile bolca karşılaşacağımı düşünmüştüm. Uzun bir süre Luziyan ve Venedik etkisinde kalması ve kalıcı mimari eserler bu dönemde verilmesi sayesinde durum bu.
Bir arkadaşımın yorumuna göre Osmanlı fethettiği yerdeki en büyük, ünlü kiliseyi camiye çevirir diğerlerlerini yerel halka bırakırmış. Kıbrıs’da da durum böyle olmuş.
 
Türk vatandaşları pasaportsuz girebiliyor. Girişte bir belge ile giriyorsunuz, kaybetmeyin çıkışta tekrar polis kontrolünden bu belge ile geçiyorsunuz. Bu belge ile yurt dışına çıkmış sayılıyorsunuz, yani telefon işleteceklere duurulur.
Tabi yurtdışı olarak geçtiği için literatürde duty free’den geçiyorsunuz.
 
Şimdi yazı rotamıza geleyim;
Tatil süresince 1 gün Girne, eve dönemeden önce 1 gün de Lefkoşa ve Mağusa.
 
Girne’den başlayayım.
Tüm Kıbrıs genel olarak Türkiye’nin 1980’lerdeki görüntüsünde. Ne gibi? Mimari, dükkan giydirmeleri, tabelalar…
 
 
Yol çizgileri, engellilerin kullanabileceği kaldırırım girişleri. Görme engelliler için kabartmalar. Türkiye’den yaya altyapısı konusunda bariz bir tık yukarıdalar.
 
 
 
 
Arkadaşlarımızın bir kısmı Girne Merkez’de Dome Hotel’de kaldı. Biz de Girne’ye gittiğimizde gün içinde burada zaman harcadık. Dışarıdan geldiğizde belli bir miktar ücret ile günübirlik faydalanabiliyorsunuz.
 
 
Burada sadece yapılar değil insanlar da 80’lerden kalma. Tümü Türkiye’den gelmiş, emekli tayfa. Sezon dışı bir vakit olduğu için heralde eğlenmekten ziyade dinlenmeye gelmiş bir güruh vardı her yerde.
 
 
Bana mı öyle geliyor sadece? Her an bir yerlerden Zeki Müren mayosuyla çıkacak gibi değil mi? Sanki otelde değil de İller Bankası kampında gibi hissettim buradayken her an.
 
 
 
Otelin içerisindeki restaurantta fiyatlar üstteki gibi. Görüntü eski olunca fiyatların da Türkiye’nin altında olmasını bekliyordum. Öyle değil. İyi kötü Türkiye ile fiyatlar aynı ama bir Fethiye, bir Bodrum ile aynı.
 
 
Otel dışında bir yerde yemeye karar verdik, hem Girne içinde de biraz dolaştık. Kıbrıs’da en sevdiğim şey herhangi bir yerden alkol alabiliyorsunuz. Herhangi bir tostçuda sandviççide bile alkol var. Ve alkol fiyatları konusunda çok bir şey anlatmama gerek yok heralde.
 
 
 
 
Kıbrıs’da kırmızı et nereden temin ediliyor bilmiyorum ama Türkiye’den farklı bir tadı olduğu kesin. İşlenmemiş et seçerken (steak, pirzola, biftek, vs) bir daha düşünün derim. Tavuk ya da sosis, salam belki daha sağlıksız ama en azından tanıdık bir tat ile karşılaşırsınız.
 
 
Alkol depolayacaksanız en iyi seçim Girne. Lefkoşa ve Mağusa’da da var tabi ki marketler ama Girne’de tabiri caizse adım başı. Yalnız Türkiye’ye görümek için değil tatil boyu tüketeceğimiz alkolü de zulalamış olduk. Kıbrıs’a ayak basar basmaz bir Girne yapmakta fayda var, benden söylemesi.
 
 
Gelelim son gün turuna. Rehberimiz eşliğinde Lapta’dan otelimizden servis sabah vakti aldı.
İlk durak Lefkoşa.
 
Yol boyu düm düz arazi. Bakir. Ekili değil. Bir tane traktör, biçer döver görmedim.
Çünkü su yok.
Kıbrıs’da da coğrafya Türkiye’nin kuzey ve güneyi gibi. Yani dağlar denize paralel. Beşparmak Dağları kuzey hattı boyunca uzanıyor. Deniz etkisi iklimi merkeze ulaşamıyor.
 
 
 
Lefkoşa’da ilk uğradığımız yer, Barbarlık Müzesi. Eoka tarafından çocukları ve eşi 1963’de öldürülen Binbaşı Nihat İlhan’ın evi. Ölüm anındaki kanlı kıyafetler, evdeki mermi izleri, cesetlerinin bırakıldığı küveti görmeyi tercih etmeden önce bir kaç kez düşünün. Kendiniz olay anında düşündüğünüzde hiç hoş bir psikoloji ile gezemiyorsunuz.
 
 
 
 
Lefkoşa merkezi komple abaza Türk askeri kaynıyor. Barzosu apaçisi derken bol turist savar bir ortamda merkeze doğru yürüyoruz.
 
 
Burada da Türkiye’deki gsm operatörleri var ama yurtdışı tarifesi geçerli. Başka bir ülke ve başka bir şirket olduklarını iddia ederek faturalarınızı şişiriyorlar. Gitmeden yurtdışı paketi almayı unutmayın!
 
 
Venedik Sütunu’nun olduğu meydan ve altta yine 80’lerden kalma esnaf vitrini.
 
 
 
 
İş Bankası’nın Kıbrıs ve Türkiye için önemi büyük. Kıbrıs Barış Harekatı’ndan önce Türk generaller Kıbrıs’da hazırlık yapmak ve mücahitleri örgütlemek için İş Bankası çalışanı olarak gözükmüşler. Belki alakasız bir kurum gibi görünür ama İş Bankası Kıbrıs’ın Türk kalmasında en büyük paya sahip kurumlardan birisi.
 
 
 
Lefkoşa yeşil hat ile ikiye ayrılmış durumda. Kuzey KKTC, güney Rum Kesimi’nin elinde. Rum tarafına geçiş üsttteki gibi kontrol kapılarından yapılıyor. Türkiye ile Rum Kesimi karşılıklı birbini tanımıyor, bu yüzden bizim geçişimiz imkansız. Kıbrıs vatandaşları belli süreler için girip çıkabiliyorlar. Karşılıklı alışveriş için bolca girip çıkıyorlar hatta. Rehberimizin dediğine göre, Türk tarafında ünlü markaların taklitlerinin satışı denetlenmediği için ciddi anlamda ziyaretçi çekiyor.
 
 
 
 
 
Anadolu’da da sıkça görebileceğiniz mimaride bir bedestende dinlenip Selimiye Cami’ne devam ediyoruz.
 
 
1200’lerde tamamlanmış, Fransız asıllı Lüzünyan Hanedanlığı tarafından yapılmış. Paris’deki Notre Dame’ın bir benzerini inşa etmişler. 1571’de Osmanlı camiye çevirmiş. Gotik heykeller ve desenleri görseniz de aslında cami olması çok ilginç.
 
 
 
Osmanlı ayıptır günahtır mekruhtur dememiş ve alttaki gibi insan bezemelerine dokunmamış. İyi ki dokunmamış.
 
 
 
 
 
İlk bakışta içerideki beyaz badana aslına sadık kalınmadığı için varoş görünse de, Gotik taş renginden gayet insancıl ve aydınlık görünüyor.
 
 
 
Bolca özgün Rum Mimarisi ile karşılaşıyoruz.
 
 
 
Lefkoşa – Mağusa arası yine dümdüz ve çorak boş arazi. Umarım bir gün Türkiye’den su ulaşacak ve sulu tarıma başlanacak. Yıllardır bitmeyen sonuçlanamayan bir istek. Biz yine dileyelim.
 
 
 
Mağusa girişindeki kale. Othello kalesi yine Luziyanlar tarafından inşa edilmiş.
 
 
 
 
Mağusa’da girilmesi ve fotoğraflanması yasak olan ve barış harekatından kalma yıkık binaların arasından geçip denize ulaşıyorsunuz. Asıl Mağusa hayalet şehir gibi girişi yasak. Zamanının dünyaca ünlü en gözde tatil merkezlerindenmiş. Sophia Loren’in de yazlığı Mağusa’da imiş.
 
 
 
Muhteşem bir kumsal ve tertemiz bir denizi var ancak turda denize girmek yok 🙁 . Rehberimiz bu kumsalın Karpaz’a yani Kıbrıs’ın kuzey doğusundaki buruna kadar devam ettiğini iddia etti.
 
 
Kaleden birkaç görüntü.
 
 
 
Kale’den yüksek bir noktadan limanın görüntüsü. Mersin’den kalkan feribot da burada yolcu indiriyor. Sakın feribotu denemeyin. Yol boyu deniz tutması yüzünden herkes bayılmış bir şekilde yerde yatarak yolculuğu tamamlıyormuş.
 
 
 
 
 
Son olarak yine devşirilmiş bir cami. Lala Mustafa Paşa Cami…
 
 
 
Sonra bir süpermarket, bol alkol sonra Türkiye.